Makaleler

Psikoseksüel Gelişim Kuramı
GÖSTERGİZLE
Kişilik gelişimi açısından psikolojiye en önemli katkı psikanalizin kurucusu Freud ve onun takipçilerinden gelmiştir. Aşağıda kişilik gelişimi, "psikoseksüel gelişim ilkelerine göre açıklanacaktır.

Bu kuramda insanın gelişimini altı dönemde incelemiştir. Oral Dönem, Anal Dönem, Fallik Dönem, Gizillik (Latent) Dönem, Ergenlik Dönemi. Oral Dönem (0-2 yaş)Bu dönem id'in egemenliği altındadır. Doğal dürtülerin hemen doyurulması, gerginliğin hemen giderilmesi çocuğun en başta beklentisidir. Çocuk dışardan verilecek bakıma tümden bağımlı ve çaresizdir. Çocuk ancak kendine verebilecek bir annenin varlığıyla yaşamını sürdürebilir. Çocuğun bu dönemde kazandığı ilk toplumsal işlev, almak, almayı bilmek ve elde etmektir. Yani çocuk kendisine anne tarafından verilen şeyleri alırken, toplumsal anlamda almayı da öğrenir. Çocuk kendisine veren kişilerden verilmiş olmayı da değerlendirerek "vermek-verebilmek" yetisini de kazanır. Sürekli bakım veren kişinin (anne ya da sürekli bir bakıcı) bebekliğin ilk aylarındaki eksikliği, çocuğun motor, bilişsel, duygusal ve sosyal gelişiminde önemli aksamaya ve yetmezliğe, hatta geriliğe yol açabilir. Oral dönemde çevresel koşullara ve biyolojik yapıya bağlı olarak, aşır doyurulma ya da aşırı doyumsuzluk içinde kalma yüzünden çocuk sonraki dönemlerine ilerleyemeye bilir. Bu nedenle yetişkinlik yaşamında da oral dönem özelliklerine fazlaca tutunabilir. Aşırı ağızcılık (oburluk), aşırı bağımlılık, alıcılık, edilgenlik baskın olursa bu davranış özellikleri oral saplanma belirtileri olarak yorumlanabilir. Böyle bir kişi başkalarından almaya alışmış, aşırı isteyici ve bağımlıdır. Oral dönemde çocuğun kazanması beklenen duygu özgüven duygusudur. Bu da ancak annenin (ya da çocuğa bakım veren kişinin) düzenli ve tutarlı bir şekilde çocuğun ihtiyaçlarını karşılamasıyla mümkündür. Oral dönemde idin haz ilkesi işlemektedir. Anal Dönem (2-4 yaş)Çocuğun yürümeye, konuşmaya ve kendi benliğini çevresinden ayrı algılamaya başladığı; yavaş yavaş bağımsızca düşünme ve davranma gibi yetilerin yapıtaşlarının geliştiği bir devirdir. Bu dönemde çocuğun dışkılama büzgeç kaslarının gelişmesiyle çocuğun dünyasına yeni bir eylem yetisi katılmaktadır. Çocuk içerde biriken dışkısını tutarak ya da bırakarak bir haz duyar. Çocuğun dışkısını tutabilmesi ve annesinin istediği yerde ve zamanda yapması çevreden büyük ilgi görür ve ödül alır. Böylelikle çocuk artık toplumun iyi, kötü, doğru, yanlış ve ayıp gibi yargıları ile karşılaşmaktadır. Süperego gelişmeye başlar. Anal dönemde bazı aile tutumları çocukta anal saplanmaya ve anal kişilik özelliklerinin gelişmesine yol açabilir. Bu tutumlar arasında, çocuğa sıkı, katı, cezalandırıcı tuvalet eğitimi; özerklik tanımayan, bağımlı, bebek kalmayı destekleyen aşırı koruyucu ve denetleyici tutumlar, aşırı düzenlilik ve titizlik eğitimi, çocuğa ayıp ve günah kavramlarının fazla aşılanması sayılabilir. Anal kişilik özellikleri gösteren yetişkin bireylerde, aşırı titizlik, tuvalet işlemleri ile aşırı uğraşma, cimrilik, inatçılık, aşırı düzenlilik, kararsızlık gibi özellikler görülür. Fallik Dönem (4-6 yaş).2.5-3 yaşlarına giren çocuğun düşünce dünyasında giderek artan bir biçimde yeni bir algı alanı oluşur. Bu eşeylik ayrılıkları ile ilgilidir ve çocuğun dikkati eşey organlarına ve bunların anlamlarına yönelir. Çevreden ve başka insanlardan ayrı bir kişi olduğunu kavramış olan çocuk, artık "nasıl bir kişi" olacağını araştırmaktadır. Bu nedenle kendi bedenine, cinsel ayrılıklarına ve genellikle çevrede olagelen her şeye karşı derin, bitmek bilmez bir soruşturma ve öğrenme eğilimi gösterir. Cinsel ayrılıkların öğrenilmesi, cinsel benlik duygusunun başlaması ve cinsiyete uygun rollerin belirlenmesi de bu yaşlarda iyice kesinleşmiştir. Çocuk cinsel yasakları ve değerleri hızla öğrenir.Bu çağda aşırı korkutmalar, suçlandırma ve cezalar, atılganlığın kısıtlanması, çocukta girişim kısırlığı ve aşırı çekingenliğe neden olabilir.Bu dönemin kriz noktası Oedipus (Ödipus) kompleksi ve İğdişlik korkusudur. Oedipus (Ödipus) kompleksi.- Erkek çocuğun annesine, kız çocuğun babasına karşı özel bir sevgiyle (aşk) yaklaşıp erkek çocuğun babayla, kız çocuğun da anneyle yarışa girmesi, hatta ondan nefret etmesi. Erkek çocuk, bir yandan babasına sevgi duyup onun gibi olmak isterken diğer yandan da ondan nefret eder. Bu yüzden önemli bir çatışma yaşanır. Karşı cinsten olan ebeveyne karşı sevgi dolu ilgi, hemcins ebeveyne karşı ise iki değerli bir tutum oediepus karmaşasının içeriğini oluşturur. Fallik döneme özgü ödipal çatışmayı çözememiş kişiler yetişkin yaşamda bilinçli ya da bilinçsiz ödipal eğilimler ya da buna karşı aşırı savunmalar geliştirebilir. Çocukta bu döneme kadar görülmeyen vicdan ve ahlak duygusu işte bu özdeşimlerin güçlenmesiyle gelişmektedir. İğdişlik Korkusu Fallik dönemde erkek çocuk için penis, çocuğun bütün benliği, varlığı ile eşdeğer bir anlam ve önem kazanır. Toplumsal tutumların da desteği ile erkek çocuğu kız çocuktan ayıran bu değerli, “üstün” organla ilgili olarak çocuk zihninde bir takım korkular geliştirir. Kız çocukta penis olmadığını fark edince bunun kendisinde de yok edilebileceği kaygısı doğar. Ayrıca ailede ve toplumda çocuğun yaramazlıklarına, penisi ile oynamasına, gece işemelerine karşı bir ceza olarak penisin kesileceği sıklıkla söylenir. Ülkemizde bu yaştaki çocuklara yapılan, “tutun şunu sünnet edelim, vb...” biçimdeki korkutmalar, takılmalar ve gerçekten bu yaşlarda yapılan sünnet olayının kendisi penise bir zarar gelebileceği, ceza olarak penisin kesilebileceği korkusunu uyarır. Bu korku, iğdişlik korkusu olarak bilinir. Bu korkunun varlığı çocukta yalnızca penise bir zarar gelecek biçiminde görülmez. Birçok değişik ve gizli biçimlerde ortaya çıkabilir. Erkek çocuğun sık sık penisini açıp bakması, göstermesi ve bu konuda konuşması, penisin sağlam olduğuna ilişkin bir çeşit kendine güvence verme belirtileridir. Çocuk, penisle ilgili korkuyu, bedeninin başka bir parçasına aktararak herhangi bir çizik, yara veya ameliyat üzerine büyük endişeler gösterebilir. Penisten yoksun olan kız ve kadınları aşağı görerek onlardan uzak durabilir. Başka çocukları gerçekten ya da simgesel biçimlerde iğdiş etmekle tehdit edebilir. Erkek çocukta görülen iğdiş edilme korkusunun kız çocuktaki karşılığına Freud, penise imrenme demiştir ve kız çocuktaki cinsel kimlik gelişimini bu varsayım üzerine dayandırmıştır. Bu döneme özgü saplanmanın belirtileri şunlardır,
  • Ana-babadan ayrılma gereksinimi ve girişimleri olunca aşırı suçluluk duygularının belirlenmesi.
  • Evlilik yaşamında eşiyle bir türlü rahat edememe.
  • Aşırı çekingenlik, girişimde bulunamama ve çabuk suçlanma eğilimleri.
  • Cinsel ilişkiden korkma, kaçınma, cinsel güçsüzlük korkuları, cinsel güçsüzlük, cinsel soğukluk.
  • Bedene bir zarar gelecek korkuları ve hipokondriazise eğilim.
  • Karşı cinse karşı, eleştirici ve olumsuz tutumlar.
  • Cinsel kimlikte güvensizlik ve cinsel kimlik sapmaları.
  •  
Gizillik Dönemi (6-12 yaş)Çocuğun bedensel ve zihinsel gelişiminde önemli bilişsel ve duygusal ilerlemeler olur. Çocuğun bilişsel yetileri (algı, bellek, yargılama, vb...) gerçeğe daha uygun değerlendirmeler yapabilecek düzeye gelir. Zamanı, yeri, uzayı tanıması olgunlaşır. Neden-sonuç bağlantılarını gerçeğe uygun kurabilir. Kavramsal ve soyut düşünme yetisinin gelişmesi ile daha uygun ve geçerli genellemeler yapabilir. Ego bu dönemde hızla gelişmektedir. Ergenlik Dönemi (12-22 yaş)Ergenlik, erkekte ve kızda hızla büyümenin olduğu, birincil ve ikincil cinsel yapının hızla geliştiği yaşları kapsar. Bu çağda eskiden yaşanılmış cinsel yönelişler, çatışmalar yeni baştan yaşanır. Ödipal duygular alevlenir. Aşırı bağımlılık duyguları olan ergen, ailesini yitirme, onlardan kopma kaygısına kapılır. Çocukluk dönemlerinden artakalan sorunların çözümü bu çağda yapılacaktır. Genellikle bu sanıldığından ağır bir sorundur. Genç, coşan sorunlar arasında egemenlik kurmak zorundadır. Çoğu ruhsal bozukluklar, nevrotik bozukluklar, kişilik bozuklukları, psikozlar bu dönemde ortaya çıkar. Ergenlik dönemi kimlik gelişimi açısından en önemli evrelerden biridir. Ergen, uzun bir hazırlık dönemi içinde yıllarca çabalar, bocalar ve kimliğini iyi kötü bulur.

KAYNAKLAR: 
Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri - Prof. Dr. İsmail ERSEVİM                                 

Psikanalize Yeni Giriş Dersleri – Sigmund FREUD
Anne Beni Nereden Aldınız?
GÖSTERGİZLE
Çocukların cinsel kimliklerini fark etmeleri 3 yaşından itibaren görülen normal bir gelişim sürecidir. Bu süreçte çocuğunuzdan gelen sorulara ve çocuğunuzun sergilediği cinsel davranışlara olan tutumunuz, hem çocuğunuzla ergenlikteki ilişkinizi hem de cinsel hayatının kalitesini belirleyecektir.

2 yaşındaki bir çocuk karşı cinsteki kardeşinin, kuzeninin veya arkadaşının cinsel organını gördüğünde bir farklılık olduğunu anlayabilir ve bu farklılığın sebebini sorabilir. Bu farklılığı gördüğünde doğru şekilde bir açıklama yapılmazsa kız çocuğun da eskiden penisinin olduğunu ama yaptığı kötü bir davranış yüzünden onu kaybettiğini düşünebilir. Dolayısıyla kendi de penisini kaybetme endişesi yaşamaya başlayabilir. Veya bir kız çocuğu bir erkek çocuğunu gördüğünde kendinde penis olmadığı için kendini eksik ve küçük görebilir. Burada yapılacak en doğru açıklama, kızların ilerde “anne”, erkeklerin de “baba” olabilmeleri için böyle yaratıldıklarını söylemektir.

3 yaş civarında özellikle etrafınızda hamile bir bayan varsa bebeklerin nasıl oluştuğu ve dünyaya nasıl geldiklerini merak etmeye başlayacaklardır. Böyle bir durumda, kadınların vücudunda bebekler için özel bir yer olduğunu ve bebeklerin bu bölümde gelişip büyüdüklerini söyleyebilirsiniz. Sadece çocuğunuzun sorduklarını doğal bir şekilde yanıtlamak yeterlidir. O bu konuya girdi diye her şeyi anlatmanıza gerek yoktur. Çocuğunuz zaten gelişimine uygun soruları zamanı gelince soracaktır.

Bebeklerin annenin karnında oluştuğunu öğrendikten sonraki merak konusu bebeklerin annenin karnından nasıl çıkacağıdır. Burada yapılacak açıklama, kadınların bebeklerini rahat bir şekilde dünyaya getirmeleri için bir deliklerinin olduğunu, bebek geçerken bu deliğin esnediğini ve bebeğin kolayca çıkabildiğini söylemektir.
6 yaşından küçük çocuklar cinsel ilişki ile ilgili bilgileri almaya henüz hazır değildirler. O nedenle, bebeklerin annenin karnına nasıl girdiği ile ilgili bir soru geldiğinde çok ayrıntı vermeden ama mutlaka babadan da bahsederek şöyle diyebilirsiniz: “Anne ile baba birbirlerini severler ve bu sırada babada bulunun tohumlar anneye geçerek annenin yumurtası ile birleşir ve yumurta büyümeye başlar. Böylece bebek oluşur.” Çocuğunuzun soruları artmaya başlarsa kısaca yanıt verebilirsiniz. Verdiğiniz bilgiler eksik olabilir ama yanlış olmamalıdır.

Önemli noktalar:

•  2 yaşından itibaren karşı cins çocuklarınızın birlikte yıkanmalarına veya giyinmelerine izin vermeyin. Çünkü bu yaşlar cinsel oyunların başlayabileceği yaşlardır ve çocuklar bazen sınırı bilemeyebilirler.
• Yine 2 yaşından itibaren çocuğunuzun yanında giyinmek, tuvalete girmek, yıkanmak gibi davranışlarda bulunmayarak insanlar arasında bedensel bir sınırın ve gizliliğin olduğu mesajını vermeye başlayabilirsiniz.
• Çocuğunuzu dudağından öpmeyin. Çünkü bunu normal bir davranış gibi kodlayıp arkadaşları üzerinde denemek istediğinde panikleyebilirsiniz.
• 3-6 yaş arasında çocukların kendilerini fark etmeleri ve cinsel organları ile oynamaları, bir yerlere sürterek hoşlandıklarını söylemeleri sıklıkla karşılaşılan normal bir durumdur. Çünkü bedenlerini keşfetmeye başlamışlardır. Böyle bir davranış ile karşılaştığınızda yapılacak en yanlış şey kızmak, ayıp olduğunu söylemek ve bir daha yapmasını yasaklamaktır. Çünkü bu çocuğun ilerideki cinsel yaşamını olumsuz yönde etkileyebilir. Yapılması gereken çocuğun ilgisini başka yönde çekmek, eğer eğer eli ile yapıyorsa eline bir oyuncak vermek, resim çizmesini istemek olabilir.

DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü
Çocuk ve Genç Psikolojik Danışmanlık Merkezi
Uzman Klinik Psikolog

Açelya Şahin FIRAT
Sosyal Fobi
GÖSTERGİZLE
Aynı zamanda "sosyal kaygı" adı da verilen "sosyal fobi", günlük sosyal ortamlarda ortaya çıkan ve insanı tamamen etkisine alan bir kaygı hissiyle ya da fazla farkında olma ile kendini gösterir. Sosyal fobisi olan kişiler, sürekli, yoğun ve inatçı bir şekilde başkaları tarafından izlenmekten ve yargılanmaktan ya da davranışları yüzünden utanç verici bir duruma düşmekten korkarlar. Bu korku bazen öylesine şiddetli olabilir ki kişinin günlük yaşamını, okulunu ya da işini olumsuz etkileyebilir. Sosyal fobisi olan çoğu kişi, başkalarıyla aynı ortamda bulunma korkularının aşırı veya mantıksız olduğunun farkında olsa da bunun üstesinden gelemez. Bir karşılaşma veya kalabalık bir ortama girmeden günler hattâ haftalar öncesinden kaygı duymaya başlarlar.

Sosyal fobi tek bir duruma indirgenmiş olabilir; örneğin topluluk karşısında konuşmak, başkalarının önünde yemek yemek ya da durum çok daha ileri seviyede başkalarının yanında bulunmak gibi. Sosyal fobi son derece yıkıcı olabilir ve kişinin işe ya da okula gitmesine dahi engel olabilir. Sosyal fobisi olan kişiler arkadaşlık kurmakta veya arkadaşlıklarını sürdürmekte zorlanabilirler.

Yoğun sosyal fobi kaygısının yanı sıra çoğu kez ateş basması, aşırı terleme, titreme ve diğer kaygı belirtileri olan konuşma zorluğu, bulantı ve mide rahatsızlıkları ortaya çıkabilir. Bu belirtiler, kabul edilmeme korkusunu artırır ve belirtilerin kendisi korkunun odağı haline dönüşebilir. Belirtilerden korkma, korkunç bir döngü yaratabilir; sosyal fobisi olan kişiler bu belirtilerin ortaya çıkmasından korktukça, bu belirtiler daha fazla görünmeye başlar. Sosyal fobi aile fertlerinde görülebilir ve depresyon ile alkol bağımlılığını da beraberinde getirebilir.

Sosyal Fobinin Yaygınlığı

18-54 yaşlarındaki Amerikalıların %3,7'si (yaklaşık 5,3 milyon kişi) bir dönem sosyal fobi geçirmiştir. Sosyal fobi kadınlarda, erkeklerden iki kat daha fazla görülür, ancak daha fazla erkek bu konuda yardım almaya isteklidir. Bu bozukluk tipik olarak çocuklukta ya da erken ergenlikte başlar. 25 yaşından sonra geliştiği pek görülmemiştir.

Sosyal fobi, ancak kişi sosyal ya da işiyle ilgili bir ortamdan kaçınırsa, korkarsa ya da kaygıyla beklerse ve bu durum günlük hayatını, işini, sosyal yaşamını etkilemeye başlarsa ya da kişi bu fobiye sahip olmaktan huzursuz oluyorsa teşhis edilebilir.

Tanımadığı insanlarla karşılaşıp, utanılacak bir duruma düşebileceği bir ya da birkaç sosyal durumdan veya ortamdan korkuyorsa,
Sosyal bir durumda bulunmaktan aşırı kaygı duyuyorsa,
Kişi, kaygısının aşırı olduğunun farkındaysa,
Korkulan durumdan kaçınıyorsa ya da bu duruma kaygı veya rahatsızlık duyarak katlanıyorsa,
Kaygı, kaçınma ya da rahatsızlık, özellikle sosyal, akademik ya da iş hayatını etkiliyorsa.
Sosyal fobinin nedenlerini ortaya çıkarmak için yapılan araştırmalar sürdürülmektedir.

Bazı araştırmalarda, beyinde bulunan "amigdala" adlı bir bölgenin sosyal fobiden sorumlu olduğu belirtilmiştir. Amigdala normalde beynin korku tepkilerini yönetir.
Hayvanlar üzerinde sürdürülen araştırmalar, sosyal fobinin nesilden nesile geçebildiğini göstermektedir. Hattâ, ABD Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü tarafından desteklenen araştırmacılar farelerde korkunun öğrenilmesini etkileyen bir gen keşfetmişlerdir.

Merve Soysal Başa
Klinik Psikolog
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü
Çocuk ve Genç Bölümü
Grup Terapisi
GÖSTERGİZLE
Amacı ve Özellikleri

Grup Terapisi; bir lider psikoterapist yönetiminde, bir grup katılımcının, bir arada psikoterapi aldığı formattır. Gruplar genel olarak 8-15 kişi arasında olur ve bazen bir tema altında grup kurulurken, (kilo verme, sosyal fobi, bağımlılık vs.) bazen kişisel gelişim gibi daha genel bir amaçla grup kurulabilir.

Grup terapileri, çocuklar, ergenler ve yetişkinler için de kullanılmaktadır. Etkinlikleri oldukça yüksektir.
Grup terapileri, psikoanalitik , gestalt, psikodrama, sanat terapileri gibi ekollerle yönetilir. Bu ekollerin genel grup terapileri kuralları dışında kendi bakış açıları, felsefeleri ve doğal olarak farklı teknikleri vardır. Bu yazı genel olarak grup terapilerinin yapısı üzerinde duracaktır.

Bazı kişiler, bir grubun içinde kendi özelliklerinden, duygularından, düşüncelerinden, geçmişinden bahsetme fikrini oldukça korkutucu bulurlar. Bazı kişiler ise, bireysel terapinin cazibesi ile birebir görüşmenin tadını bilerek, grup terapilerinin gereksiz olduğunu düşünebilirler. Oysa grup terapileri insanın sosyal bir varlık olduğu gerçeğinin görerek ortaya çıkmıştır.

İnsanın doğumundan itibaren öteki ile ilişkisi onun hayata karşı temel tutumunu belirler. İlk öteki kişi anne iken, yıllarla birlikte bir grubun içinde yer alır, gittikçe pek çok grubun üyesi oluruz. Bu gruplar, iş arkadaşları, komşular, eş, aile, akrabalar gibi yakın olduğumuz ya da aynı anda trafiğe çıkan araba sürücüleri, aynı takımın fanatikleri gibi daha uzak ilişkiler kurduğumuz gruplardır. Herkesle temelde geliştirdiğimiz ilişki kalıplarının türevlerini kullanarak ilişki kurarız. Grup terapisi, her şeyden önce bu ilişki kalıplarını görmek için uygun zemin hazırlar. Geçmişimizin, kişisel tarihimizin izlerini grup terapisi içinde görebiliriz.

Yalom(1992) ve Blatner(2002), çeşitli araştırmacıların, grup terapilerinde iyileştirici olan faktörleri araştırdıkları çalışmaların sonuçlarını şu şekilde sıralamışlardır:
Umudun yerleştirilmesi, evrensellik, yardımseverlik, katkısal bilgi, özverili olma, birincil aile özelliğinin grupta yinelenmesi ve bunun onarıcı niteliği, sosyalleşme tekniklerinin geliştirilmesi, model alma, karşılıklı öğrenme, grup bağlılığı, duygu boşalımı (katarsis) , varoluşsal etmenler.

Kısaca bu etmenlere bakacak olursak;
• Umudun yerleştirilmesi; süreçten yararlandığını gördüğü kişilerle birlikte olmak, kişinin kendi iyileşme süreci için umut beslemesini destekler.
• Evrensellik; insanın kaygılarının grup içinde başkaları tarafından da hissedildiğini görmesi, sorunun bir tek kendisinde olmadığını fark etmesi önemli bir iyileştirici faktördür.
• Yardımseverlik; grup terapilerinin önemli katkılarından biri, katılımcıların sadece “destek alan” rolünde değil, “destek veren” rolünde de olmalarını sağlamaktır. Kendi problemini çözmeye çalışan, bu konuda zaman zaman çaresiz hisseden birinin, grup içindeki bir başka kişiye destek verebildiğini görmesi, oldukça terapötik, olumlu bir iyileşmenin parçasıdır.
• Katkısal bilgi; psikolojik yapı hakkında bilgi edinmek pek çok noktada sorunu çözmek için kişiye ışık tutar. Kişinin bazen susarak, bazen öneri vererek, bazen farklı bakış açıları sunarak diğer bir kişiye destek vermesi, o kişinin bilgi dağarcığını genişletmesi, o kişi için özveride bulunması, tüm grup üyeleri için çok önemlidir.
• Birincil aile özelliğinin grupta yinelenmesi ve bunun onarıcı niteliği; grup, birçok açıdan aileyi temsil eder. İlk aile çatışmaları er ya da geç grupta canlanır, ancak grup içinde bu çatışmalar onarıcı bir şekilde yeniden yapılandırılır. Bu da geçmişte çözülememiş problemlerin çözülmesi, geleceğe dair olumlu ve yeni atıfların yapılandırılmasını sağlar.
• Sosyalleşme tekniklerinin geliştirilmesi; kültürün, sosyal ortamların gerektirdiği davranışların kazanılması ( arkadaş ilişkileri, flört etme yöntemleri, iş görüşmeleri, topluluğa hitap gibi)grup içinde, grup üyelerinin katkıları ve destekleri, geri bildirimleri ile hızla kazanılabilir.
• Model alma ve karşılıklı öğrenme; grup üyelerinin daha sağlıklı davranışlarını, bakış açılarını, çözüm tekniklerini değerlendirerek model alma ve öğrenme, grup içinde sıklıkla meydana gelir. Canlılar için en temel öğrenme yollarından biridir. Grup içinde öğrenirken öğretebilir, hem öğreteni, hem öğreneni izleyebilirsiniz.
• Grup bağlılığı; grup üyeleri grupta bulunan diğerlerinin desteğini aldığında, yargılanmadan anlaşıldıklarında ve birbirlerinin iç dünyalarını tanıdıklarında tüm üyeler arasında özel bir bağ kurulur. Kendilerini oldukları gibi kabul eden bir grubun içinde, görülme, kabul edilme ve aidiyet duygularını yaşarlar.
• Duygu boşalımı (katarsis); egonun bütünleşmesine yardımcı olan duygusal dışavurum anları, taşınan ağır duygusal yüklerden kurtulma ve yeni farkındalıklar kazanma anları olarak nitelendirilebilir.
• Varoluş etmenleri: hayatta karşılaşılan her türlü soru ve sorun, grup terapilerinde ele alınabilir, acı, haksızlık, ölüm, sorumluluk gibi varoluşçu temalar da buna elbette dahildir.

Grup terapilerinin pek çok kişi tarafından benimsenmesinin ana sebepleri bu etmenlerdir. Pek çok katılımcı, kendi deneyimlerinden yola çıkarak daha başka etmenler de eklerler. Herkes kendisine iyi gelen yolu ve yöntemi, kendi ihtiyaçlarına atıfta bulunarak değerlendirir. Grup terapileri 1940’lardan beri, ruh sağlığı uzmanlarının sıklıkla kullandıkları metotlardan biridir.

ASENA YURTSEVER, Uzman Psikolog

Kaynakça:
Blatner, A. (2002) Psikodramanın Temelleri Tarihçe, Kuram, Uygulama. Sistem Yayıncılık
Yalom, I. (1992) grup Psikoterapisinin teori ve Pratiği. Nobel Tıp Kitapevleri
Sınav Kaygısı ve Başetme Yolları
GÖSTERGİZLE
OKS ve ÖSS yaklaşıyor. Hem sınavlara girecek olan gençler hem de aile ve öğretmenleri bir heyecan almış gidiyor. Ortadaki belirsizlik, kaygının oluşmasına zemin hazırlayan faktörlerin başında. “Bizimki çok sinirli, her şeye parlıyor”, “Dokunsan ağlayacak”, “Geçen gün dershanedeki denemeye giderken bir baktım elleri buz gibi”, “Anne, sınavlardan önce kalbim ağzımdan fırlayacak gibi oluyor, diyor”...  Bu ve benzeri cümleler, duygular, düşünceler, fiziksel belirtiler size tanıdık mı geldi? İşte sınanma duygusunun verdiği rahatsızlıktan dolayı birçok genç ve ailesinin sık sık karşı karşıya kaldığı durumlar... Sınavların yaklaşması ile daha da sık bir hale geliyorlar... Bu duygu ile nasıl başa çıkarız, kaygının olumsuz etkilerini nasıl lehimize çeviririz diye düşünüyorsanız bu yazıyı mutlaka okuyun.

Sınanma duygusu ile başa çıkmada ilk adım, ne ile karşı karşıya olduğumuzu bilmek, onu tanımaktır. Sınanma kaygısı, psikolojik bir tanı grubu olan kaygı bozukluklarının bir alt başlığı olarak düşünülebilir. Kaygı, kişinin bir uyaranla (bu bir olay ya da obje olabilir) karşı karşıya kaldığında yaşadığı, bedensel, duygusal ve zihinsel değişimlerle kendini gösteren bir uyarılmışlık halidir.

Günlük dilde OKS ve ÖSS ‘ye hazırlanan birçok gençte sınav korkusu olduğu söylenir. Bu noktada, çoğu zaman eş anlamlı olarak kullanılan “kaygı” ve “korku” kavramlarının farklarından bahsetmek doğru olacaktır. Korku, kaygının daha yerleşik bir biçimidir. Korku yaşanan ortamda, gerçekçi bir fiziksel tehdit söz konusudur. Örneğin; yılandan kaygılanmayız, korkarız. Bunun aksine, kaygı yaşanan durumlarda yorumlara dayalı, benliğe yönelik sanal bir tehdit vardır. Bilgimizin sınandığı sınavlardan ya da yeni bir iş başvurusunun ardından insan kaynakları uzmanı ile yaptığımız görüşmeden korkmayız, kaygılanırız. Tüm bunlara ek olarak, korkunun kaynağını biliriz, ancak kaygının kaynağı belirsizdir, biz sadece bildiğimizi zannederiz. Korku, kaygıdan daha kısa sürelidir. Yani, korku duygusuna vesile olan durum ya da obje ortadan kalktığında kişi rahatlar. Fakat, kaygı daha genel bir durumdur, uzun süre devam eder.

Peki sınav kaygısı ne demektir?

Bir öğrencinin eğitim-öğretim hayatı boyunca biriktirdiği bilgiyi, sınav sırasında etkili bir biçimde kullanılmasına engel olan ve başarısının düşmesine yol açan yoğun kaygıdır. Buradaki önemli nokta, kaygının performans üzerinde olumsuz bir etki yaratmasıdır. Yoksa, sınava girecek bütün herkes kaygı yaşar ki belli bir seviyeye kadar olan kaygı yararlıdır, uyanıklık sağlar, koruyucudur, dikkati toplamaya yardımcı olur ve öğrencinin motivasyonunu arttırır. Kaygının hiçbir zaman “0” düzeyine inmesini istemeyiz, çünkü uyanıklığı ve motivasyonu yok eder. “Amaaaaan boşver, alt tarafı bir sınav” diyen birçok gencin tutumlarının altında yatan ve bu boşvermişliği pekiştiren kaygı düzeyinin düşüklüğüdür.

Çocuğumuzun sınav kaygısı yaşadığını nasıl anlayabiliriz?

Çocuğunuzun sınav kaygısı ile başa çıkamadığını anlama konusunda yapacağınız bazı gözlemler size yardımcı olacaktır. Sınav kaygısı yaşayan gençlerin gösterebileceği belirtileri 4 ana grupta inceleyebiliriz:

Zihinsel belirtiler: Dikkat dağınıklığı, konsantre olamama, sınavın sonucu ile ilgili olumsuz öngörülerde bulunma (Olmayacak, kazanamayacağım, .... gibi).
Duygusal belirtiler: Gözlemlenebilir düzeyde huzursuzluk, endişe, sinirli bir birey haline gelme, kolaylıkla ağlama, korku, çaresizlik, panik.
Davranışsal belirtiler: Sınavlardan kaçınma, sınav sırasında dona kalma.
Fiziksel belirtiler: Baş ağrısı, sabahları kendini yorgun ve halsiz hissetme, uyumakta zorlanma, mide ve bağırsak sistemine ait sıkıntılar, iştahsızlık, kalbin hızlı çapması, ellerin soğuk ve terli olması.
Tüm bunlara ek olarak öğrencinin başarı düzeyindeki dalgalanma ya da ani düşüşler sınav kaygısı ile ilişkilendirilebilir.

Yukarıda bahsi geçen belirtilerden birçoğu ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Fakat, hatırlatmalıyım ki; bu belirtilerden sadece birkaçına sahip olmak, sınav kaygısının varlığına işaret değildir. Dozunun, sıklığının ve kişiye verdiği rahatsızlığın bir uzman tarafından değerlendirilmesi gerekir. Bu tür bir değerlendirme yapılmadan bazı varsayımlarda bulunmak yanlış olabilir.

Sınav kaygısının sebepleri nelerdir?

Sınav kaygısının en genel sebebi, sınava gencin ya da ailesinin farklı anlamlar yüklemesinden ileri gelmektedir. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne baktığımızda sınavın şu şekilde tanımlandığını görürüz: “Öğrencilerin veya bir işe girmek isteyenlerin bilgi derecesini anlamak için yapılan yoklama, imtihan, test.” Sınav kaygısı yaşayan bireylerin ise, sınava aileye bir borç ödeme, nasıl bir insan olduğunu ölçme, kendini ispat etme, iyi bir evlat olduğunu kanıtlama gibi birçok farklı anlam yükleyerek kaygılandıklarını gözlemleriz. Oysa sınav, kişiliğin bir değerlendirilmesi değil, sınava giren bireyin bilgi birikiminin değerlendirilmesidir. Sınavdan düşük puan almak o kişinin gerekli bilgiyi biriktiremediğine, yüksek puan almak bilgi birikiminin yeterli olduğuna işaret eder, iyi veya kötü evlat olduğuna değil.

Sınav kaygısının en çok karşılaşılan sebebi ise, sınava yeteri kadar hazırlanmamış olmaktır. Bireyin kaygısının, sınav tarihi yaklaştıkça arttığını, konuları yetiştiremediğinden sürekli hayıflandığını gözlemleriz. Aslında bu durumda çözüm çok açıktır: Paniklemeden, elinden geldiği kadar bilgi birikimini arttırmak ve hissettiği kaygıyı azaltmasında kişiye yardımcı olacak çalışma stratejileri kullanmaktır. Sınav kaygısının bu tipi oldukça yaygındır ve çoğunlukla kısa sürede üstesinden gelinebilir.

Fakat, bu sebeplerden daha yerleşik ve aslında hayatın bütününe yayılmış, kişinin duyguları, deneyimleri ve inançları ile ilişkili olan başarısızlık korkusu, çaresizlik hissi ve sınavı kendilik değerine karşı bir tehdit olarak görme daha uzun süreler üzerinde çalışma gerektirebilir.

Bunlara ek olarak, eğer birey başarısızlıkların abartıldığı, başarıların küçümsendiği, sürekli başka yaşıtları ile karşılaştırıldığı, belirli bir düzeyin altındaki başarısının başarısızlık olarak görüldüğü bir ortamda yaşıyor ise sınav kaygısı geliştirme riski oldukça fazladır.

Kısacası, sınav kaygısının ortaya çıkması hem bireyin kendisine hem de çevresine bağlı olan bir dizi faktöre bağlıdır. Aynı koşullarda olan iki bireyden birinin sınav kaygısı yaşarken diğerinin yaşamadığını da gözlemleriz. Bu durumu da kaygıya olan biyolojik yatkınlık ile açıklayabiliriz.

Peki ne yapmalıyız?

Sınav kaygısının oluşumu düşüncelerimizle, aklımızdan o sınav ile ilgili olarak geçirdiklerimizle ilişkilidir. Dolayısıyla sınav kaygısı ile başa çıkmanın ilk bölümü sınava zihinsel bir hazırlık yapmaktır. Bu hazırlığı basamaklara ayırabiliriz:

Ailece sınava yüklediğiniz anlamı gözden geçirmek
Gerçekçi hedef oluşturmak
Kendi öğrenme modelini tanımak ve çalışma planlarını bu doğrultuda oluşturmak
Uygulanabilir çalışma planları yapmak
Henüz hiç kimsenin bilemeyeceği sınav sonucu ile ilgili olumsuz senaryolar yazmak yerine sınav hazırlığına konsantre olmak
Olumsuzu bir kenara bırakıp olumluya odaklanmak
Öğrencilerin kendi kendilerine içlerinden söylediği cümleleri gözden geçirmesi ve bunların yerlerine olumlularını koymaları (“Kazanamayacağım”, “Sınavdaki herkes benden daha iyi”, “Ne kadar çalışsam da olmuyor”, “İstediğim okula giremeyeceğim”, “Ailemin bunca emeğini boşa çıkarmış olacağım” yerine “Kazanacağım”, “Başarabilirim, elimden geleni yaptım”, “Çalıştığım zaman puanlarım yükseliyor” gibi cümleler)
Biraz önce belirttiğimiz gibi, sınav kaygısında olumsuz düşüncelere eşlik eden bir takım fiziksel belirtiler vardır. Buna sınav kaygısının fizyolojik tarafı diyebiliriz. Sınav kaygısının fizyolojik yüzü ile başa çıkmada en önemli materyal gevşeme egzersizleridir. Bu egzersizleri öğrenmenin ve sistematik olarak uygulamanın kaygıyı azaltmada etkili olduğu araştırmalar tarafından da desteklenmektedir. Zihin ve beden bir bütündür ve birindeki değişiklik diğerini etkiler. Bu egzersizlerin amacı, zihnin beden üzerindeki denetimini arttırmak, gerginlik ve gevşeme durumları arasındaki farkı göstermek ve kaygı nedeni ile oluşan gerginlik esnasında nasıl gevşeyebileceğinizi öğretmektir.

Sınav kaygısı ile başa çıkmada etkili olan bireysel önerilerimizi uygulamanıza rağmen henüz istediğiniz gibi bir gelişme gözlemleyemiyorsanız; profesyonel yardım almak doğru olacaktır. Okuldaki ve/veya dershanedeki rehber öğretmenlerin sınav kaygısı konusunda yürüttüğü bireysel ya da grup çalışmalarına katılması için çocuğunuzu teşvik edebilirsiniz. Bizim ülkemizde, öğrencilerin genel olarak rehberlik servisleri ile ilgili olumsuz inançları vardır. Birçok öğrenci rehberlik servisine “sorunlu ve/veya yaramaz çocukların” gönderildiklerini düşündüklerinden rehber öğretmenlerden yardım almayı reddedebilirler. Siz ailelere düşen görev, rehber öğretmenler ile işbirliği yaparak sınav kaygısı yaşayan çocuğunuzu çalışmalara katılması için cesaretlendirmektir. Zaman zaman rehberlik çalışmaları ile istenen gelişmenin sağlanamadığı ne yazık ki bir gerçek. Bu durumda sınav kaygısı konusunda uzmanlaşmış psikolog veya psikolojik danışmanlardan yardım isteyebilirsiniz. Böyle bir yardım almaya karar verdiğinizde sizi aşağı yukarı nelerin beklediğini merak ediyor olduğunuzu düşünüyorum. Genellikle bu süreç şu şekilde işler: Genç ve ailesi ile yapılan, hedeflerin belirlendiği bir öngörüşmenin ardından, öğrenci değerlendirme sürecine alınır. Bu değerlendirme aşamasında, çeşitli test ve mesleki yönelim envanterleri uygulandıktan sonra gencin ihtiyacına uygun bir plan hazırlanarak çalışmalara başlanır ve çalışmaların ne zaman sonlandırılacağına psikolog, genç ve ailesi hep beraber karar verirler.

Son olarak, sınav kaygısı öğrencilerimizin %65-70’nin çeşitli dozlarda karşı karşıya kaldığı bir durumdur. Bu rakam ABD’de %20 civarındadır. Bizdeki oranın bu denli fazla olmasında, OKS ve ÖSS’nin varlığı bir dış etken olarak düşünülebilir. Oranlara bakıldığında sınav kaygısı ile başa çıkma becerilerinin kazandırılması bizim ülkemiz için oldukça büyük önem taşımaktadır.

Açelya Şahin
Klinik Psikolog
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü

Çocuk ve Genç Bölümü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder